24 Mayıs 2023 Çarşamba

Fırat Dolaylarındaki Rusya ve Osmanlı Sancaklarına Seyahat - 1830

 



Martin Felician von Zaremba

Fırat Dolaylarındaki Rusya ve Osmanlı Sancaklarına Seyahat. Nisan-Mayıs 1830

-Almanca’dan çeviren: Mehmet Gültekin-

Kars‘tan Bayazid’e giderken yolumuz Kağızman üzerinden, daha sonra da Akrak köyü ve Serdarabad’ın da bulunduğu yüksek ovadan geçtik.

25 Mayıs gününün sabahı Serdarabad kalesinden ayrılırken Ararat Dağı kendisini tüm heybetiyle gösteriyordu. Aras nehiri ve ardından bir çok köyün içinden geçtikten sonra akşama doğru Ararat Dağı ile arasında sadece bir kaç küçük tepenin bulunduğu Arhadş köyüne vardığımızda dağın üzeri gökkuşağı ile çevrelenmişti.

26 Mayıs. Ararat Dağı’nın eteğindeki tepelerin arkasında atlarımızla yol alırken dağın eteğinin ne kadar çok taşlı olduğunu gördük. Bu taşların arasında bir çeşit dağ koyunlarının beslendiği bolca otlar yeşeriyordu. Bu günkü yolumuzda Rus askerleri Bayazid’i daha terketmemişken sınırı geçmek için acele eden Ermeni kolonlarıyla karşılaştık. Rehberimiz Erivan sahasını Bayazid bögesinden ayıran rahat yolu seçti. Bu nedenle de Ararat’ın tam kenarından geçen ve solumuzda kalan düz yola kurulmuş olan haçı göremedik. Dağın arka tarafında Kazakların bulunduğu bir Yezidi köyü olan ama şu an kimsenin oturmadığı Karabulak’ta atlarımızı değiştirdik. Buradan sonra Bayazid’e giden yolun üstünde bulunan bir köyde mola verdik. Bu köyden bakınca 25 yıl önce Jaubert’in alıkonulduğu ve Paşa’ya götürüldüğü sağlam surlarla çevirili Arzep’i gördük. Yolun son kısımı küçük bir gölün kenarından ve çamurlu bir zemin üzerinden geçiyordu.

Akşama doğru yukarıya şehire çıktık ve kalacağımız yere yerleştik. Geceleyin uzun zamanlardır yaşamadığım bir fırtına koptu.

Bayazid

27 Mayıs perşembe. Mihraçı(eski geleneğe göre) anma günü. Anma günü nedeniyle çarşı kapalıydı. Ben de generali ziyaret ettim, o da içinde güzel meşhedin ve minarenin bulunduğu yeni güzel kale dahil olmak üzere her iki kalede gezmemi sağladı. Sonra da generalin anma nedeniyle verdiği yemeğe katıldım; bir tarafta Rus askeri mensubları, diğer tarafta ise Türk, Kürt ve Ermeniler bulunuyordu ve onların yemekleri kendi geleneklerine göre hazırlanmış ve sunulmuştu. Onların hizasında baş tarafta ise kısa süre sonra buraya gelecek olan Behlûl Paşa’nın 13 yaşındaki oğlu oturuyordu. Hazır bulunan Türk ve Kürdlerden üçü alimdi, onlardan birine Hz. Musa’nın 1. Kitabının arapçasını verdim.

Ama bir istisna olduğundan özellike belirteyim ki, bu bilgili adamlardan yerli olan bir Kürd mükemmel biriydi ve büyük bir alim olarak kabul görmüştü. Yemekten sonra bu alimlerden birinin evine gittim ama kendisi yoktu. İkincisini ise bir damın üstünde sözünü ettigim Kürd alimin yanında oturmuş olarak gördüm. Ve ikisinin yanında bulunan bir adam bana Almanca hitap edince çok şaşırdım. Bu adam evi yakında bulunan bir eczacıydı ve hasta olduğundan boş zamanını Kürtler’den Türkçe öğrenmekle geçiriyordu. Benden İncilin hem Türkçesini ve hem de Almancasını satın aldı. Kendisi Schwab bölgesi doğumluydu. Bir de Jaubert 25 yıl önce burada tutuklu iken bizzat yazdığına göre kendisine çok yardım eden ve o zamanlar kale komutanı olan Mahmud Ağa’nın yeğeni Saleh Ağa ile tanıştım. Saleh Ağa Petros ağa olarak anılan bu yabancı hakkında çok şeyler anlattı. Ben de kendisine İncilin Türkçesini hediye ettim, hem de bu İncilin hazılanışında Jaubert’in Paris’teki meslektaşı Profesör Kieffer in büyük emeği geçmişti. Bir de General, sık sık ziyaret ettiği Paşa’nın ailesine de İncilin bir nüshasını verdiğini söyledi ve onların onu okuyacakları yolunda beni umutlandırdı.

28 Mayıs. Mirza Faruk’u burada bırakarak dört günlüğüne Diyadin’in ötesinde, Fırat nehirinin yanında bulunan Uç Kilise adlı meşhur manastıra ve hem Generalin hem de o asilzade Kürd aliminin verdikleri mektupları iletmem gereken bir Kürd aşiret reisi olan Suleyman Ağa’nın yanına gittim. Bayazid’ten 6 mil uzaklıkta olan Diyadin şu an Rus askerinin isgali altında bulunan küçük bir kaledir. Ayrıca bir meşhed ve şu an halen az sayıda odalar da vardı. Kalenin dışında 50‘si Ermeniler ve 2’si de Kürdlere ait olan evlerden oluşan bir köy vardı. Yanında bir koruması olan bir subayla yolculuk ettim.

Beraberimde yanına gideceğim Kürdün bir görevlisi de refakat ediyordu. Şişman, silahlı, üstünde kırmızı renkte bir elbise ve başı da Kürdlere özgü biçimde sarılıydı. Bayazid’te öyle denk gelmişti. Bu gün Fırat Nehiri’nin buradaki güney kolu olan ve istilacı Sultan Murad adıyla anılan, kaynağı bir kaç mil uzakta, burada ne çok derin ne de çok geniş, ama çekici olan Murad Çayı üzerinden geçtik. Tahminen yarım milden biraz fazla yol gittikten sonra bu nehirin kenarında bulunan kaplıcalara vardık. Çoğunluğu oradaki kaplıcalara gelen subaylara ait gruplar halinde sıralanmış olan çadırlar güzel bir mazara oluşturmuştu. Kabineler burada şifa arıyan 100’den fazla asker için yapılmıştı. Buradaki suyun şifa gücü çok meşhurdur. Biraz önce iki doktor Rus askerlerinin buralardaki bu son günlerinde kaplıcanın suyunu bilimsel olarak incelemek üzere buraya geldi. Burada görülecek ilginç şeyler var. Suya girilen yerde bulunan kar gibi beyaz ve ilginç görünümlü bir tepe aynı zamanda Fırat’ın üzerinde bir köprü oluşturarak nehirin iki yakasını birleştiriyordu. Bu köprü gibi duran uzun tepe iki insanın rahatlıkla yan yana yürüyebileceği genişlikteydi. Bunun karşısında, nehirden biraz uzakta ve üstü gezmek için uygun olan bir tepe daha vardı. Hatta çok yakında iki başka küprü de vardı. Suya girilecek yere yakın olanı geniş ve üzerinde otlar yeşermişti. Ruslar bu yığınların tümüne „Nakipy" diyorlar, yani sürekli kaynayan suların hidetlenmesinden zamanla bu kütleler oluşmuş. Burada çok sayıda kükürtlü su kaynakları da var, bir de başka tepeciklerdeki küçük çapta görüntüler de bu izzahı destekler gibiydi. Çok yakında bir kaynak da vardı ve içtiğim suyu ekşiydi, anlaşılan kireç karışımlıydı.

Biraz ötede demirli bir su kaynağı da vardı. Bana anlatıldığı kadarıyla yakınlarda bir nehirin soğuk suyunun ortasında bir yerindeki bir kaynaktan kaynar su fıçkırıyormuş. Ben bu konularda uzman olmasam da, bildiğim, görüğüm ve aynı zamanda işittiğim ve okuduğum kadarıyla böylesi istisnaları başka yerde bulmak pek mümkün olmasa gerek.

29 Mayıs. Kürdün hizmetçisi ve itinalı, hem de çok kibar olan komutanların her gittiğim yere refakatçi olarak verdikleri Kazaklarla beraber biraz önce sözettiğim ikinci köprüyü atla geçip manastıra gitmek için yola koyuldum. Ama refakatçılarım, nehirin sol tarafındaki yolun çok dağlık ve taşlık olması nedeniyle insanların ve atların oradan yürümesinin kolay olmadığını söylediklerinden, Diyadin’den sonra nehir üzerinden ana yola saptık. Manastır Diyadin’den iki mil sonra Fırat’ın sol tarafında bulunuyor. Eçmiyazdin’deki Uç-Kilise ile karıştırılmaması için buradakine içinde bulunduğu bölgenin adıyla Alaşkirt-Uç-Kilisa’sı deniliyor. Manastıra varmak için bu gün ikinci ve üçüncü defa Fırat’ın üzerinden geçtim. Aslında Fırat’ın suyu manastırın pencerelerinin hemen dibinden geçiyormuş. Ve keşişler bana, Ermeni kıralı Tiridat’ın Gregor tarafından Fırat’ın suyunda vaftiz edilirken kenarında durduğu taşı göserdiler. Keşişler manastırın 1524 yaşında olduğunu ve Eçmiyazdin’dekinden bir yıl önce inşa edildiğini söylediler. Orada sekiz keşiş vardı. Kendileri kibar insanlardı, bana bu fevkalade kilisenin her yerini gösterdiler ve benimle sohbet de ettiler. Hepsi de iyi Kürdçe konuşuyorlar ve anlaşlan insan onlardan Kürtdçe öğrenebilir. Eskiden Fırat’ın hemen sağ kenarında büyük bir şehir varmış. Manastırın adını aldığı üç kiliseden biri şehire aitmiş, ikincisi manastır kilise ve üçüncüsü ise papaz tekkesi olarak yakındaki dağlıkta bulunuyormuş. Kilisenin yanında küçücük bir köy de var.

Ermeni kiliselerinde pek görmediğim bir şeyi burada gördüm. Kilisedeki resimlerden birinde melek Azrail ve melek Mikail’in insan ruhlarını alıp sonsuza götürmeleri temsil ediliyordu. Keşişlere içerikleri öğretici ve iman verici olan bir kaç kitapçık ve cok sayıda halk dilinde yazılmış el yazmalarını ertesi günü dönüşümde geri almak üzere verdim. Keşişlerden biri kendisine özgü bir biçimde çok hevesli ve anlayışlı biriydi.

Orada saatlerce kaldıktan sonra atlarımızı Fırat’ın yanından sürererek köpürünün yanından geçip bir Ermeni köyüne vardık. Orada askeriye vardı ve refakatim güçlendirildi. Ondan kısa süre sonra takip ettiğimiz yoldan ayrılıp sağ taraftaki dağlık bölgeye girdik. Böylece 2-4 verst boyunca atlarımızı yolu olmayan güzel meralar üzerinde sürüp günün aşırı sıcağından sonra rahatlatan bir akşam serinliğine kavuştuk. Kürdlerin sürü ve çadırlarının yanından geçerek gün batımında Kürd Zilan (Redki) aşiretinin reisi Ahmet oğlu Suleyman Ağa’nın* çadırına vardık, ki o da daha yeni yer değiştirip burada konaklamıştı. Suleyman Ağa beni memnuniyetle karşıladı. Yanında çok sayıda insanları vardı. Çadırı diğerlerinin çadırlarından ayrı duruyordu. Ağa’nın çadırı hem oradaki ve hem de Karabağ ile Gökçe Gölü bölgelerinde gördüğüm Kürdlerin çadırlarındandı, ancak bu çadır 5-6 bölüme ayrılmış ve halılarla donatılmıştı. Ağa’nın yanında Erzurum’dan gelmiş olan bir tüccar misafiri de vardı ki o da kendince sohbetimizin canlamasına katkıda bulundu. Suleyman Ağa hoş ve nazik görünümlü bir adamdı. Kendisi ile oğlu akşam namazını çadırda kıldılar. Konuşmalar sürdükçe daha da samimi bir hava oluştu ve ben o akşam onlara tanrının Hz. İsa’nın şahsı üzerinden gösterdiği merhametini ve insanın bahtiyar olabilmesi için nelerin gerekli olduğunu anlattım. Yer yer dikkatle dinliyorlardı ve beraberimdeki biraz uzakta oturmuş olan Kazaklar’dan biri Türkçe anlattıklarımı onlara (Kürtçeye) tercüme ediyordu. Ağa’nın adı Mirza olan katibi, ki aynı zamanda hoca idi, bir kaç defa benimle tartıştı. Ben de kendisine bir kaç Arapça ve bir tane de Farsça kitapçık verdim. O da onları inceledi ama almak istemedi. Fakat Ağa, tahminen kibarlığından, onları almasını söyledi hocaya. Herhangi bir kuşkuya yolaçaması için pek soru sormadım, ama bazen de soru sorma fırsatı oluyordu. Sıkça da susup sadece onların eşkallerine bakıyor ve onların da konuşmasına fırsat veriyordum. O akşam uzun süre beraber oturduk. Ağa’nın çadırında gece bekçileri nöbet tutuyordu ve arada bir de birbirlerine “tekdur Allah” diye sesleniyorlardı...

*Yukarıda bahsedilen Süleyman Ağa, Redki aşireti lideri Çongdeve Hüseyin Ağa'nın öz amcası Ahmet Ağa'nın oğludur. Bu aileye Mala Kose denilir. Çok eski tarihlerden beri kendi aşiretlerine liderlik yaparlar.

20. Mayıs. Ben onlara kendi dillerinde yazılı bir şeylerin olup olmadığını sormuş olduğumdan, katip bu gün beraberinde bir kitapçık getirdi ve hepsi şiirdir dedi. Katip bu kitapçıktan bana önce Kürdçesini okudu, ardından da sözlü olarak tercüme etti. Her ne kadar kulağa basit geliyorduysa da ben ille de o kitapçığı ondan satın almak istedim ama o satmadı. Arap alfabesiyle yazılmıştı. Kürtçe kelimelerden oluşan bir tür sözlüktü ve Türkçe veya Farsça açıklamalıydı. Ama alamadım kitabı, daha çok beni Bayazid’te bulursun diye teselli ettiler.

Gelecekte de onlarla dost olmak istediğimi belirterek espiri ile karışık ben veya başka birinin dost bir misafir olarak gelip dillerini öğrenmek için onlarda kalıp kalamıyacağını sordum. Bir de İncil kitapçıklarının onların diline de tercüme edildiğini ancak daha redekte edecek birine ihtiyaç olduğunu anlattım. Suleyman Ağa ise beni bildiğimiz tarz bir kibarlıİkla davet etti ve bir dahakine misafirperverlik görevlerini daha iyi yerine getirmeğe çok özen göstereceğini, şimdi yapsaymış bunların misafirperverliğinden değil de Ruslar’dan korktuğundan yaptığının düşünüleceğini söyledi.

Bu insanlar aslında önceden Erivan topraklarında göçebelik yapıyordu, tekrardan oralara göç etmek istedikleri de söylendi ama bunun ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorum.. Ağa tekrarla, sürekli göç etmektense yerleşik hayata geçmeği arzuladığını söyledi. Bunun gerçekte de böyle olup olmadığını bilemiyeceğim. Bildiğim kadarıyla Ağa, kış aylarında devamlı bölgedeki Ermeni köylerinde yerleşim yeri arıyor. Bir çok yerden işittiğim kadarıyla o bölgede ziyaret edebileceğim tek aşiret de buymuş. Ayrıca belirteyim ki, Yezidiler bu Kürtleri “Kurmanc” olarak adlandırmaktadırlar, ve bir de gördüğüm kadarıyla askeri erkandan bilgi sahibi olan bir bey bana, bu Kürtlerin eskiden Türkiye tarafından gelip Bayazid şehirini kuranların soyundan geldikleri fikrinde olduğunu söyledi. Ermeni yazarlar onların Medlerin soyundan olduğunu kabul ediyorlarmış. Son olarak da Melcom ve Jauber’tin eserlerinde bu garip halk hakkında ilginç bilgiler olduğunu belirteyim.

Öğlen saatlerinde çadırdan ayrıldım. Herhangi bir tehlike hisetmeme rağmen Suleyman Ağa adamlarından birinin bana refakat etmesinde ısrar etti. Ben de adamlarından birinin beni çadırların bittiği yere kadar götürmesini istedim ki öyle de oldu.Bu gün ikinci defa yine Fırat nehiri boyunca atımı sürdüm ve bir ermeni köyünde Kazakların binbaşısını ziyaret ettim. Binbaşı, benden kendi adamları için rusça kitaplar istedi ve onları dağıtacağı sözünü verdi. Tanrının kitabının hem kendisi için şirin olduğunu ve hem de kendi Kazaklarının çok istekli olduğunu söyledi. Manastırda da insanlara bir saat hitap ettiktenn sonra akşamın çöküşüyle Diyadin kalesine vardım.

31. Mayıs günü öğlenden sonraki kızgın sıcakta Bayazi’e geri geldim. Dönüş yolu boyunca Ararat’ın üzerindeki ve yamaçlarındaki bulutlardan kaynaklı farklı manzaralarını seyrettim. Her biçimde de görkemliydi. Bu günkü yolculuğu bir tek Ermeni rehberin dışında tüm korumalarım olmaksızın geçirdim. Her ne kadar sevgili Mirza Faruk ve diğerini sağlıklı ve iyi halde gördüysem de, Mirza Faruk anlattığı kadarıyla son üç buçuk günde yaşadıklarından dolayı bitkindi. Kendisi müslümanların ver ermenilerin arasında dolaşmış, onlara kendi tercümesi olan Yeni Ahit’ten okumuş, onlara kitaplar sunmuş ve onlarla konuşmaya çalışmış, ama hemen hiç bir yerde pek ilgi görmemiş; hatta insanlar, özellikle de Ermeniler itirazlarda bulunmuşlar ve şaşıracağı derecede yakışıksız davranışlarla karşılaşmış. Ama yine de bir kaç kitap dağıtabilmiş, hatta satmış. Bayazid’te tam da bu gün Kürd devriye güçlerinin çevrede kol gezdiği ve saldırılarda bulundukları yolunda söylentiler dolaşıyordu, ama sonradan anlatıldığı kadarıyla buna neden olacak bir durum da yoktu.

1-4. Haziran. Bu günler çok sıcaktı, bitkin haldeydik. Mirza Faruk bir kaç gün oldukça rahatsızdı. Alman eczacı kendisiyle ilgilendi ve doktorların doktoru olan Tanrı da onun çabalarının başarıya ulaşmasını sağladı. Bayazid’te şimdilik az müslüman vardı. Ermeniler de göç etmekle meşkuldüler ve kaygı doluydular. Benim de çok defa dolaştığım çarşıda pek bir şey yoktu. Burada da Kürtçe sözlük kitabını alamadım; hoca ve alimlerin çoğu Muş ve Van’a gitmişti. Türkçe-tatarca leçesinde hem Erzurum’da ve hem de burada farklılıklar olduğundan ben de yeni şeyler öğrenmek durmunda kaldım, ama yine de arada az fark vardı. Ve ben özellikle efendilerden ve hocalardan çok yüksek dilde konuşmamalarını, fazla Farsça özellikle de Arapça katmamalarını rica ettim. Öyle olunca da onlarla daha iyi anlaşabiliyordum; onlar beni anlıyordu, ben de onları. Hatta Musul’lu, Bitlisli ve de çok sıkça ziyaret edilen ama geçen yıl yıkılan Sup-Karapet manastırının mensuplarıyla da durum böyleydi. Musul’lularla aslında dil olarak zor anlaşabiliyordum, Erzurum’da karşıaştığım ve Halep’ten gelip Eçmiyazdin’e gitmekte olan iki Ermeni ile durum aynıydı.

Anlatıldığı kadarıyla Muş’taki müslümanlar arasında bir çok farklı tarikatlar varmış. Ermeniler için Muş, kutsal Johannes manastırı ve Gregor’un hikayesi ve onların ermiş insanlar olması nedeniyle ilgi çekicidir.

Bayazid’teki her iki Ermeni kilisesine de gittim. Bunlardan bir tanesinde bir Ermeni hocanın mezarını gördüm, bu zat Patrike sekreterlik yapmış ve Dittrich kardeş ile iyi tanışıyordu ve ona defalarca mektuplar da yazmıştı. Bizim ondan çok beklentilerimiz vardı. İnsanlar O’nu çok övüyordu, azimli ve çocuklara iyi bir eğitim verdiğinden sözediyorlardı. Fakat kendisi aylar önce Bayazid’te kısa süre kaldıktan sonra ebediyete göçmüş. Ermeniler için bir Rusça gramer kitabı yazmıştı. Hem bu ve hem de 700 yıl önce inşa edildiği söylenen diğer kilisedeki keşişlerle biraz konuştum ve onlara kitapçıklar verdim.

Alman eczacıyı çok kez ziyaret ettim ve onunla İslam, Hristiyanlık ve insanoğlunun ihtiyaçları üzerine ilginç sohbetlerim oldu.

Sözünü ettiğim bir Kürd Mela’sı olan ve burada en büyük bilgin sayılan Hacı Mahmud’u tekrar ziyaret ettim. Aramızdaki uzun görüş alışverişlerinden sonra kendisinden büyük bir ricada bulunarak, Kuran’dan seçtiğimiz 42 bölümü daha iyi anlıyabilmemiz için bize yazılı olarak Türkçeye tercüme etmesini rica ettim.

Bu şehirde bulunduğumuz süre içinde Türkçe, Arapça, Ermenice ve Rusça Yeni Ahit kitaplarını kısmen sattık, kısmen de fakir olanlara hediye verdik; ayrıca belli sayıda broşürler de dağıttık. Tanrı okuyanlarının gönüllerini hoş etsin.

5 Temmuz günü Aras nehiri üzerinden Eçmiyazdin’e gitmek üzere Bayazid’ten hareket ettik. Aras nehirine kadar yola devam ettik, sadece arada bir defa gelirken yolun yan tarafında karşılştığımız Yezidilere uğradık. Eçmiyazdin şehrinde ilk gördüğümüz Taziye meydanındaki yıkılmış kilise idi, oranın yanından geçtik. Sonra karantineyi ve ardından da Rus savaşçılarının kampını gördük. Bugün güzel otlak meralarının yanından geçen yolumuzda Erivan bölgesine alelacele geçen Ermeni grupları ile karşılaştık.

Akşama doğru dağı aştıktan sonra Erivan ovasına doğru meyillendik. Burada yolu olmayan yerlerden sol taraftaki dağlık bölgeye geçip Yezidilerin ilk görünen çadırlarına vardık. Ama biz ne burada ve ne de refakatçilerle birlikte gittiğimiz ikinci çadırlarda aşiretin büyüğü olan Hasan Ağa’yı bulabildik. Hasan Ağa’ya Erzurum’daki General Pankratieff’in verdiği mektubu iletecektik. General, eskiden buralarda kalmış ve yöre insanları arasında belli bir saygınlık kazandığından, verdiği mektub sayesinde buradaki küçük halkın insalarıyla istediğimiz biçimde tanışabilmemizi sağlamak istemişti. Ama Hasan Ağa’nın bir akrabası buradaydı. Artık çok geç olduğundan yola devam etmek yerine burada geceledik. Yezidilerden bir çoğu Ermenice biliyor, Türkçe bilmiyorlardı. Orada bulunan bir Ermeni, ben insanlarla inanç üzerine konuşurken onlarla tercüme etmek suretiyle yardımcı oldu.

Biraz uzakta olan Ararat Dağı aradaki tepelerden etekleri görünmese de sanki oturduğumuz çadırların hemen önüne dikilmiş gibi tüm heybetiyle muhteşem bir görünüm sergiliyordu.

6 Haziran sabahı refakatçılarım rehberimizle birlikte atları ve eşyalarımızı alarak Ardaşire gitmek üzere yola çıktılar. Ben de bir Yezidi ve bize katılan üç kişi ile beraber sabahın bu serinliğinde Hasan Ağa’nın çadırlarına doğu yola koyuldum. Yolumuz dağlık meraların içinden geçiyordu. Yol boyunca gördüğümüz çak sayıda Yezidiler sürüleriyle, çadır ve aileleriyle oradan oraya gidiyorlardı. Ayrıca bir çok eski köy harabeleri de gördüm. Küçük paskalya bayramı olan bu günde, bu dağlardaki halkın üzerine bir an önce bereketin yağmasını dilerim. Buradaki insanlarla ancak el-kol işaretleriyle anlaşbiliryordum. Hasan Ağa’nın çadırı, Suleyman Ağa’nınki gibi süslü değildi, diğerlerinkine benziyordu. Çadırı diğerlerinkinden sadece biraz uzakta duruyordu. Aralarındaki tek fark, Hasan Ağa’nın çadırının nişanı olan önünde dikili sorguçlu iki şövalye mizrağıydı. Oraya vardığımda Ağa’nın çadırında toplanmış 20-30 adamını gördüm. Bunlar farklı bölglerden buraya Hasan Ağa’nın bir kardeşinin ölümünden dolayı taziyeye gelmiş, Ağa’ya başsağlığı diliyorlardı. Hasan, adamları ve misafirleri kibar insanlardı, konuşmalarımı dinliyor ve sorularımı cevaplıyorlardı. Onların inançları hakkında bana anlattıklarını hem Jaubert’in seyahat anılarından ve hem de kısmen bizim önceden yazdıklarımızdan biliyordum.

Sadece aralarından biri Tanrının buyruğudur diyerek, O‘ndan Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran olmak üzere dört kutsal kitabın geldiğini söyledi. Yezidiler, aslen Arap bölgelerinden geldiklerini, kutsal haclarının Musul tarafında olduğunu ve en büyük şeyhlerinin de orada yaşadığını anlattılar. Ayrıca çok sayıda şeyhlerinin olduğunu ve her 10-15 aileye bir şeyh düştüğünü söylediler. Hasan Ağa için beraberimde getirdiğim mektubu ancak Erzurum’dan gelen misafirler okuyabildi, ama biraz yardım edince Hasan’ın kardeşi de anlıyabiliyordu. Aslında Ağa, okuma yazma işlerinde kendisine hizmet edecek birini görevlendirmek istiyormuş ama şu anda kimse yokmuş. Burada kendisine Türkçe Yeni Ahit’i verebileceğim kimseyi bulamadım. Burada bir sözlük bulmak zaten imkansızdı. Sadece anlatım yoluyla biraz etkili olabiliyordum; bazıları dikkatle dinliyor, bazılarını ise anlattıklarımız hiç ilgilendirmiyordu. Yine de gelecekte gelip burada dillerini öğrenmek için şimdiden bir samimiyet kurdum, çünkü bu 200-300 ailelik halk grubu anlaşılan Erivan bölgesiyle birlikte Rus yönetiminde kalacak. Derken öğlen vakti bize rehberlik yapacak birine bakındım. Hasan Ağa, bizi Ardaşir’e kadar götürecek birini görevlediceği sözünü verdi ve bu sözünde de durdu. O arada bir saatliğine başka bir çadırı da ziyaret ettim. Yol boyunca da onların ve başkalarının çadır kümelerinin yanından geçtik. Hasan Ağa, her yıl kış aylarını Karabağ’da geçiriyormuş.

Taşlı ve uzun yolları geride bıraktıktan sonra aksamın geç saatlerinde güzel bir Ermeni köyünden ve Bayazid’ten buraya göç etmiş büyük bir Ermeni grubunun kaldığı kampın yanından geçtik.

Böylece Ardaşir köyüne yaklaşırken, o güzel ve heybetli Ararat’ın üzerinde yumuşak ve son derce görkemli duran ayın oluşturduğu manzara gönlüme güzel bir sevinç verdi.

________________________________

Kaynak: Reise des Missionars Zaremba in die Russisch-türkische Provinzen am Euphrat, vom April bis Juli 1830; Magazin für die neueste Geschichte der evangelischen Missions- und Bibel, r. 432-460

***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder